Afrika, Müslümanların gündemine asr-ı saadette Bilal-i Habeşi ve Habeş kralı Necaşi ile düştü. Asr-ı saadette Müslümanların iki defa hicret tecrübesi yaşadıkları Habeşistan, Hristiyanlığın da ilk merkezlerinden sayılan bir kara Afrika ülkesidir. O gün bu gündür Müslümanların gündeminde yerini ve tazeliğini koruyan Afrika, hep ilgi odağı olmuştur. Mısır ve Kuzey Afrika’nın fethiyle Müslüman ülkeler arasında önemli bir yer edinen Afrika kıtası, adı geçen topraklarda gerçekleştirilen hizmetlerle İslam’ın yüz akı olmuştur.
Orta Afrika ise daha çok sufi gruplarca sürekli potansiyel İslam toprağı gibi görülerek tebliğ ve davete muhatap olmuştur. Osmanlı döneminde Mısır, Tunus, Fas, Cezayir ve Libya gibi Kuzey Afrika ülkelerinden sufi gruplar Orta Afrika’da faaliyet göstermişlerdir. Özellikle Sudanlıların, Osmanlı ve İslam’a bağlılıkları dasitani bir mahiyet arz eder.
İnsanlar gibi ülkelerin ve kıtaların da kaderi vardır. Siyah Afrika’nın en büyük talihsizliklerinden birisi gerek insanı, gerekse yeraltı zenginlikleri itibarıyla sömürülmeye müsait görülerek Batı’nın iştahını kabartmasıdır. Afrika, Batı’nın emperyalist düşüncesinin kara sayfalarından birisidir.
Amerika’nın keşfinden sonra vahşi Batı’nın derisi beyaz, gözü ve gönlü kara insanları, Amerika’da oluşturdukları çiftliklerde çalıştırmak üzere Afrika’dan taşıdıkları insanların bir milyondan fazlasını Büyük Okyanus’un azgın dalgalarında telef ettiler. Kalanlarını ise Amerika’ya taşımaya muvaffak olarak orada yüzyıllar boyu hayvandan aşağı bir muameleye tabi tuttular ve köleleştirdiler. XX. yüzyılın ikinci yarısının başında bile hâlâ bazı yerlerin kapılarına: “Buraya köpek ve zenci giremez” levhaları asmak suretiyle horladılar.
“Zulümle payidar olunmaz.” sözü ne kadar anlamlıymış meğer. İlahî adalet, o topraklardan gelmiş bu insanlar içerisinden bugün Amerika’ya hükmeden bir başkan çıkardı. İnsanları köleliğe, ülkelerinin imkânlarını sömürgeye layık görerek tepeden bakanlar, bugün geldikleri noktanın kendi elleriyle hazırlandığının bilmem farkındalar mı?
Renk, dil ve ırk ayrımına karşı büyük mücadele veren İslamiyetin başlangıçtan beri Afrika insanı üzerinde çekici bir tesiri olduğu muhakkaktır. Kendisine İslami davet ulaşan Afrika insanları ona tabi olmakla şereflendiler. XX. yüzyılın başında üç yüz milyon Afrika nüfusunun % 55’ten fazlası Müslüman, ancak on milyon kadarı Hristiyan, kalanı ise mahalli dinlere mensuptu.
Bugün bu oranlar maalesef ciddi misyonerlik faaliyetleri sebebiyle tamamen tersyüz olmuş durumdadır. Bilindiği gibi Hristiyan misyonerlik teşkilatları güçlü bir organizasyon yapısına sahiptir. Vaktiyle Batılı yayın organlarında açlıktan kemikleri çıkmış siyah Afrika insanına “İsa aşkına yardım” ilanlarına sıkça rastlamak mümkündü. Kiliselerin vakıflarında toplanan bu yardımlar çok sistemli bir biçimde Hristiyanlaştırma faaliyetlerinde kullanılmıştı. İnsanların aç midelerine ulaştırılan her lokmanın din değiştirme aracı olarak değerlendirilmesi Batı’nın insana verdiği değerin bir göstergesidir.
Benzer durumların varlığını geçen yılki Burkina Faso ve Mali’yi kapsayan Afrika seyahatimde müşahede etmiştim. Burkina Faso’da bize, Hristiyanlarca işletilen hastanelerde Müslümanların erkek ve kadınlarının nasıl rencide edildiğini anlattılar. Hristiyan doktor ve hemşireler ilaç verirken Müslüman olduğunu anladıklarına: “Sen şu Muhammed’in ilacından al” demekte ve ilaç yerine ellerine hiçbir özelliği olmayan şeyler tutuşturmaktaymış. Hasta kullanıp sonuç alamayarak tekrar geldiğinde: “Sana Muhammed’in ilacından vermiştik, bak fayda görememişsin. Şimdi de İsa’nın ilacından verelim” diyerek gerçek ilaç vermekte ve böylece Müslümanlar, çok aşağılayıcı bir muameleye tâbi tutulmaktaymış.
XIX. yüzyılda sanayi devrimini tamamlayan Batı ülkeleri, özellikle Fransa ve İngiltere Afrika’nın yeraltı zenginliklerine büyük bir açgözlülükle iştah duyarak bu topraklarda yaşayan insanları sömürmeye başladı ve sonuçta onları açlığa mahkûm etti. Oluşan sömürge yönetimleri biryandan idareyi ellerinde tutmak, diğer yandan sömürge düzenini sürdürmek için Afrika’ya hiçbir yatırım yapmadı ve bölge insanına hiçbir şey öğretmedi.
Bugün Afrika’da hemen her alanda bu sömürü düzeninin izlerini görmek mümkündür. Özellikle Fransız kültür ve eğitiminin izleri belirgin bir hâl almış durumdadır. Afrika’da Müslümanların yaşadığı ülkelerde iki tür eğitim kurumu dikkat çekmektedir: Birincisi Franko sistemine bağlı Batılı anlamda belli bir zümreye hitap eden okullar, diğeri ise fakir ve yoksul halkın devam ettiği medrese tarzı mahalli mektepler.
Bu mekteplerde mahalli dil ile eğitim verildiği ve sadece hafızlık yapıldığı için hayata yönelik gerekli bilgiler verilmediğinden buralara rağbetin son derece az olduğu görülmektedir. Zaten medreseyi bitirenlerin hayata tutunmaları da çok zor. Bu yüzden Afrika’da dinî eğitim veren imam hatip benzeri okullar bir can simidi gibi görülüyor. Çünkü buralarda hem kültürel, hem de dinî dersler verilmekte, üniversiteye devam imkânı sağlanmaktadır.
İngiltere, Fransa ve diğer bazı Batı ülkelerinde geçen yüzyılda kurulan birtakım araştırma enstitüleri Afrika insanının nasıl refaha ereceğini değil, nasıl sömürüleceğini araştırmaktaydı. Açlık ve sefalet sebebiyle din değiştiren insanların daha sonra tekrar İslam’a dönmeleri Batılıları telaşlandırdı ve yeni arayışlara sevk etti. Bunun üzerine etkin ailelerin zeki çocuklarını eğitmek üzere okullar açtılar ve bunların en kabiliyetlilerini kendi ülkelerine götürerek kimliklerini değiştirdiler. Ülkelerine Hristiyan ya da en azından Hristiyan sempatizanı olarak dönen bu gençlerle Batı ülkeleri, Afrika topraklarındaki sömürge düzenini korumaya muvaffak oldular.
Afrika’da Hristiyanların siyasi, sosyal ve ekonomik güçlerini kullanarak uyguladıkları yöntemler maalesef belli oranda muvaffak olmuş görünüyor. İnsanlar sosyal ve ekonomik baskılarla boyunlarına haç takarak Hristiyanlıklarını ilan ediyorlar. Aksini yapmak çok zor. Bu yüzden Müslümanlara düşen çok görevler var oralarda.
Afrika bugün zıtlıklar meşheri.
Bir yanda sefalet ve insan enkazının sessiz feryadı, diğer yanda ise yer altı ve yer üstü imkânlarının iştah kabarttığı büyük bir zenginlik. Bu yüzden Afrika’ya en’lerin kıtası demek çok yakışır. En fakir ve en yoksul insan da orada, zenginlik ve varlık da orada. Ama bütün bunlara rağmen hâkim olan renk fakirlik, açlık, susuzluk, kimsesizlik, ilgisizlik, yetimlik, eğitimsizlik.
Merhamet yoksunu insanların sefalete, acizliğe, kıtlık ve açlığa terk ettikleri bir kıta.
Aslında ellerinden tutulduğunda her türlü başarıya imza atabilecek bir potansiyele sahip Afrika insanı. Nitekim her türlü spor müsabakasında başarıya koşan ve en yüksek derecelere ulaşan Afrikalılar bunun en güzel örneğidir.
Ülkemizi ve ülkemiz insanını tarihî özellikleri sebebiyle bir başka seven bu insanların sessiz feryadına kulak vermek gerekiyor. 2006 yılında İstanbul’da Diyanet İşleri Başkanlığımız Afrika dinî liderler toplantısı gerçekleştirdi. Açılışına benim de katıldığım bu toplantıda, Afrika din temsilcilerinin Dolmabahçe Sarayı’nda yaptıkları konuşmalar yürek yakan cinstendi. Hele delegasyona başkanlık eden şahsın şu sözleri hâlâ yüreğimde bir feryat, kulağımda bir çığlıktır: “Siz seksen yıldan beri nerdesiniz? Bizi vahşi Batı’nın eline bırakıp nerelere gittiniz? Benim İstanbul’a bu ilk gelişim. Ben İstanbul’a daha önce gelmeli değil miydim?”
Aynı feryadı geçen yıl Mali seyahatimde de duymuştum. Mali Diyanet İşleri Başkanının söyledikleri dikkat çekiciydi. Diyordu ki: “Doğu’da Çin nasıl parlayan bir yıldızsa, Ortadoğu’da Türkiye bizim için öyle parlayan bir yıldızdır. Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve siyasi gücü bizim için çok önemli. Biz eskiden olduğu gibi yeniden sizin rehberliğinizde yürümek istiyoruz.” Ardından da: “Li-mâzâ teahhartüm (şimdiye kadar) niye bu kadar geciktiniz?” sorusunu soruyordu.
Bu feryatlarda hem bize sitem, hem de kendi adına bir hayıflanma olduğu açıktır. Ama insanlar problemlerinin çözülmesini beklemektedir. Bu sözler bir yandan Osmanlı döneminde sahiplenilmiş olmaktan duyulan memnuniyeti ifade ederken, diğer yandan bugüne kadar el uzatılmamış olmaktan duyulan hüznü anlatmaktadır. O bölgelerde yaşayan âlim ve kanaat önderi insanların en çok arzu ettikleri şeylerden birisi İstanbul ve Türkiye ziyareti. Altı yüz sene İslam dünyasının alemdarlığını yapan bir milletin mensuplarını ve İstanbul’u görme hasreti.
Bugün Türkiye’nin bölgesel bir güç olma yolundaki çabaları Afrika’yla bütünleştikçe daha bir seviye ve anlam kazanmaktadır. Nitekim Türkiye, BM Güvenlik Konseyi Geçici Üyeliği’ne Afrika ülkelerinin desteği sayesinde seçilmişti. Afrika bu anlamda bizim için ve İslam dünyası için ciddi bir potansiyeldir.
Afrika, gündemimizdeki yerini sürekli korumalıdır. Hele bugün özellikle başta Somali olmak üzere Afrika’nın birçok yerinde görülen açlık ve susuzluk ülkemiz insanının gündemine daha yoğun bir şekilde girmelidir.
Afrika duyarlılığını derinden hisseden ülkemiz insanı, aslında mayasındaki İslam şuurunun meyvesini aldı. İslam’ın cihanşümul oluşu gibi insanımız da evrensel bir sorumluluk olan “mümin, yüreğinin uzanabildiği her yerden mesuldür” duygusuyla Afrika’ya seferber oldu.
Hz. Bilal’in sembolize ettiği siyahi Afrika Müslümanlığı bizler için Kâbe duvarında ezan okuyan ve güzel sesiyle tevhidi cihana haykıran Bilalî bir sadadır. Selatin camilerimizin müezzin mahfellerinin üzerindeki: “Ya Hazret-i Bilal-i Habeşi!” levhaları mabetlerimizdeki Afrika duyarlılığının kadim bir yansımasıdır.
İslami telakkide derinin rengi değil, gönlün rengi önemlidir. Buna rağmen Afrika insanı için bir beyazın elini tutmak, onunla musafaha etmek ayrıcalıktır. Hele bu beyaz Müslüman olunca daha bir önem kazanmaktadır. Derisi beyaz ama gönlü kara nice insan, derisi siyah ama gönlü beyaz insanlarla mukayese edildiğinde hiçbir anlam ifade etmez. Gerçek renk ve boya gönüldeki boyadır. O da Allah’ın boyasıdır, imanın boyasıdır. Çünkü inanan insan için Allah’ın boyasına boyanmış ve tevhit rengi taşıyan siyah derili bir Müslümanın boyası, Allah’ın boyasıdır. O’nun boyasından daha güzel boya da yoktur. (Bkz. Bakara, 138.)
XXI. asrın potansiyel lider kıtası gibi görülen ve çoğunluğunu mağdur ve mazlum Müslüman kardeşlerimizin teşkil ettiği Afrika, ülkemiz için yeniden üzerinde durulmaya değer bir hizmet alanıdır; geç kalmamak lazım. Orada bizi bekleyen, sömürülmekten bunalmış insanların feryatları var. Açılacak bir aşevi onlara can, açılacak bir su kuyusu yaşantılarına abıhayat, kurulacak bir hastane acılarına derman olacaktır. Ardından gelecek işletme ve mektepler hayatlarını sürdürmeye vesile olacaktır. Oradaki insanlar bizim coğrafi olarak uzak, ama manevi olarak yakın komşularımızdır. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” (Hâkim, II, 15; Heysemî, VIII, 167.) buyurmaktadır Hz. Peygamber (s.a.s.).
Bizim için çok sıradan ve küçük görünen şeyler, Afrikalı kardeşlerimiz için lükstür, hatta hayaldir. Dolayısıyla orada küçük imkânlarla büyük işler yapılabilir.
Afrika bizim için yeni dünyaya açılan bir kapıdır. Afrika’da yapılacak çok iş ve görülecek hizmet var. Yer altı ve yer üstü zenginliklerine rağmen açlığa mahkûm edilen, sahillerindeki balıkları çalınan Somali insanına, balıklarını geri alıp balık tutmayı öğretecek yeni projelere ihtiyaç var. Bunu yapacak olan da Türkiye insanıdır. Afrika Türkiye’den gelecek hizmet erlerini ve hizmet imkânlarını bekliyor. Uzatılan el, havada kalmıyor; sıcak, samimi ve candan bir karşılık görüyor.
Haydi, öyleyse sessiz feryatlara kulak vererek Afrika’ya. Orada bizi bekleyen gönüllerle el ele tutuşmaya ve hayatı paylaşmaya. Allah yâr ve yardımcımız olsun.
*NOT: BU YAZI SOMALİ GERÇEĞİNE DİKKAT ÇEKMEK AMACIYLA DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI AYLIK DERGİSİNDEN ALINARAK YAYINA KONULMUŞTUR.